28 Eylül 2013 Cumartesi

Sen gelsen olmaz mı?

Göz kapaklarım…
Tahayyül edilemeyecek bir acı,
Işığın altından süzülen sarma sigaranın dumanı,
Biraz ay ışığı,
Birkaç yıldız,
Bir kadeh şarap
Ve yalnızlıkla beraberiz odamın düzene muhtaç yatağında.
Unutkanlığım ele veriyor beni.
Kendim, kendime yeniliyorum.
Çünkü eylül gidiyor, bitiyor.
Sonbaharın  intihara mahal verdiği aşikar.
Kuruyan yapraklar sadece kurumakla değil,
Aynı zamanda sarararak gösteriyor tepkisini.
Belki ağlıyor, belki de sinirleniyor.
Ama durmuyor.
Düşüyor ve toprağa değiyor bedeni.
Hissediyor,
İçine çekiliyor toprağın.
Yağmur şiddetini arttırıyor ve iyice öldürüyor,
Terbiye ediyor yaprağı toprakta.
Parçalanıyor.
Tebessüm ediyor doğa ana.
Düzen bozulmadı,
Güneşi bulabilene aşk olsun.
Yüzünü gören yok henüz.
Böyle mutluydu tanrı,
Ölmemiz gerekiyordu ve ölüyorduk.
Zaten tanrı ne zaman mutlu olsa birileri ölüyordu,
Ne zaman mutlu olsak birileri gidiyordu yakınlarımızdan,
Artık uzakta oluyorlardı.
Tanrı böyle istiyordu ve biz yalnız kalıyorduk.
Ne zaman isyan etsek tanrı bir kere daha alıyordu bizi.
Bir kere daha vuruyordu tokadını.
Korkmadan sevdikçe biraz daha sertleşiyordu.
İtiyordu.
Sevmiyordu oğlum tanrı bizi.
Ne zaman yanımda olmasını istesem olmuyordu.
Gelmiyordu işte.
Zaten yok, iyice yok oluyordu.
Niye sevmiyorsun ki beni?
Bir yaprağın kaderini paylaşmak istemiyorum diye mi?
Kuruyup isyan ederek ölmek istemiyorum diye mi?
Yağmura karışmak istemiyorum diye mi?
Niye?
Neden beni kendinle kıyaslıyorsun tanrım?
Kendinden üflediğin ruhu mu istiyorsun geri,
Al.
Al da kurtulayım şu egomdan, kibrimden.
Belki iflah olurum.
Son yudum tanrım.
Bekle.
Sigaram son nefesinde.
Az sabır.
Ay gidiyor,
İzle.
Tanrım, beni yanına almasan diyorum
Sen gelsen olmaz mı?



15 Eylül 2013 Pazar

hadi iyi geceler. mutlu uyan.

hoşgeldin.
biliyorum biliyorum, gideceksin. çay suyu koymuştum, kaynamıştır.
otur şöyle. lütfen rahat ol. ben demleyip geleyim çayı.
nasıldı yollar? rahat gelebildin mi? yorulmuşsun sanki,
baksana gözlerin kapanıyor.
yatağını hazırladım ben, bak bu odada yatacaksın.
dilersen buraya da açabilirim. nasıl istersen. bak benim odamda burası,
korkacak falan olursan uyku tutmazsa uyandır, sakın çekinme.
hoşuma gider hatta sabahlamak. epey oldu sabahlamayalı.
hadi iyi geceler. mutlu uyan.
...
noldu? ah pardon giyinip geliyorum. bişeyin yok ya? iyisin değil mi?
yine mi migrenin? saat de epey olmuş. uyutmadı değil mi? ne iyi gelir onu da bilmiyorum ki.
masaj yapmamı ister misin şakaklarına? yapmayayım peki.
kahve suyu koyuyorum o halde, belki anlattıkça dağılır, ne bileyim
sıkıntın vardır, ondan baş ağrısı yapıyordur belki.
saçmalama, seve seve dinlerim seni. ne zaman geri çevirdim ki.
bekle az, geliyorum şimdi.
daha büyük bardağa koyarsam tadı gider diye, çay bardağına koydum.
çok özür dilerim ama zevkine sıçayım ya, çay bardağında türk kahvesi mi içilir?
tamam tamam. afiyet olsun.
battaniye ister misin? camı aralayalım biraz, bak yağmur yağıyor.
toprak kokar şimdi mis gibi. sever misin toprak kokusunu?
ben bayılırım, yaşamayı hatırlatıyor her seferinde.
yağmur da yağsa, kar da yağsa, güneşten kuruyup çatlasa da tutunuyor ve
bi şekilde başka canlılara yuva oluyor. imreniyor insan.
ne yaptın istanbul işini? temelli gelecek misin, karar verebildin mi?
bence de, yaşanılmaz orada. yani tabii ki yaşanılır ailene, arkadaşlarına haksızlık
etmek istemem affet ama sadece sana göre değil orası.
ben mi? ben yeni çıktım işten. çıkarıldım daha doğrusu. bilmem, sevmediler sanırım beni.
zaten beni kimse sevmedi. sevselerdi gitmezlerdi.
yo yoo biliyorum senin gitmen gerek, o yüzden gideceksin, ben onu kastetmedim,
yani tamamen gitmek, sesini bile duyamayacak olmaktan bahsediyorum.
söz vermiştin hem sen, gitmeyeceksin ki. hiç hemde.
yahu ben seni severken ölmekten bahsediyorum, sen beni öldürmekle tehdit ediyorsun.
manyak mısın ulan? hee. doğru.
evet.
gerçekten unutabilir misin beni?
ben unutamam sanırım. yani 5 yaşında yediğim tokatı hatırlıyorum mesela,
bu ölüm tehdidini hiç unutamam gibi geliyor.
unutmam ben. adım gibi eminim.
su getireyim ben, kahven bitmiş. kapatmamı ister misin camı? peki, başın daha çok ağrımasın sonra?
sahiden geçti mi ağrısı? çok sevindim.
al bakalım suyunu, afiyet olsun.
baksana az, unuturum diyorsun ya. mesela kardeşini unutabilir misin?
anneni? babanı? arkadaşını? dostunu? sevgilini?
peki hiç görmediğin ama şimdi saydıklarımın hepsi olan birini?
sen dedin bana bunların hepsini, benim için kardeş, abi, anne, baba, sevgili, arkadaş oldun dedin.
beni inkar edecek kadar sevmek için kocaman bi yürek gerek bence.
haksızlık etmek istemem ama ben seni senin bu saydıklarından öte allah gibi severken,
senin beni unutup sevmeme ihtimalin, bi çocuğun seninle bir daha konuşmamakla tehdit etmesi gibi bişey.
ben seni senden öte seviyorum.
ve sen beni sevmezsen, benim seni sevmemden ziyade, benim varoluşuma sebep olursun. yoklukla sınama beni.
...
yok artık, kahvaltı hazırlamış.
ayıp oldu iyi mi..
ne ara uyandın da kahvaltı hazırladın?
BANYODA MISIN? banyoda sanırım.
NASILDI GECEN? RAHAT UYUDUN MU? HEY, KİME DİYORUM?
bu ne lan? kendi fotoğrafı.
arkasında ne yazıyor öyle?
"iyi geceler, kendine iyi bak"
sende. sende iyi bak. ama biliyorum bakmayacaksın ve ben yine oturup kendi kendime camı açıp kahvemi elime alacağım, yine oturup kendi kendime konuşacağım ve yine hasta olacağım. olsun.

günün aydınlığında ne güzel de karanlıkla, siyahla, kabusla sınıyorsun beni..
olsun, ben böyle sevdim zaten seni.

13 Eylül 2013 Cuma

yani


ben sigara içmeye 17 yaşında başladım.
hatta ilk zamanlar midem bulanıyor, kusuyordum.
bırakmadım, yeniden içtim, yeniden kustum.
sonra küllüklerde unutmaya başladım sigaramı,
o tatlı şey izmarit oluyor, tiksindiriyordu beni.
ama yine bırakmadım. bi yenisini daha yaktım.
üzerime düşürüyordum külü,
hala daha düşürüyorum. pek anlaşamıyoruz.
hatta çoğu zaman küllüğe götürürken yarı yolda düşürüyorum.
kızıyor sanırım bana.
üstüm başım kirlense bile üflüyor, fiske vurup devam ediyordum içmeye.
bırakmadım. yeniden içtim, söndürmedim.
bazen koltuğu yakıyorum, halıya düşürüyor halıyı yakıyorum.
kızıyorum. sonra elimden bi'şey gelmeyeceğini anladığımda
bırakmıyorum. devam ediyorum içmeye.
çok uzattım.
demek istediğim;
ben seni seviyorum.

çayla samimi olunur,
kahve ile herkes hatır koyar,
ama ben
sigara kadar, sigara gibi sevdim seni.
ben böyle diyorum,
sen istediğini anla.

8 Eylül 2013 Pazar

ben seni sevdiğimde güneşe tam çeyrek vardı

ben seni sevdiğimde güneşe tam çeyrek vardı
ağlayıp sızlamama ramak kala sigara yakıp
içime attığım,
sindirdiğim,
kabullendiğim gerçeklerim sırasında çıkageldin.
öylece.
güneşten önce seni sevdim.
umudun doğurduklarına minnet etmeden yani.
ben seni umutsuzluğun içinde sevdim.
karanlığın,
susuzluğun,
göz pınarlarım kurumuşken,
çayım bitmek üzereyken sevdim.

ben seni nasıl sevmişim ulan?!

tam kapatmak üzereyken kapılarımı,
çekmek üzereyken perdelerimi ve güneşin umudunu,
söndürürken sigaramı,
nasıl becerdin de kuruldun evimin tam ortasına?
çocuk gibi.
kocaman bir kadınken nasıl olabiliyor da çocuk olabiliyordun?

ben seni sevdiğimde güneşe tam çeyrek vardı.
sormadan geldin,
sövmeden gitme.
karanlığın içinde karanlık yaratma.
ve ben seni severken de güneş doğmasın mümkünse.

29 Ağustos 2013 Perşembe

kaybettin

eğer bi gün seni severken ölürsem,
aklında tut.
lades gibi.
aklına geldikçe işte.
bi gün olur da, olur ya 
bakamayız bigün aynı gökyüzüne..
..
bahaneler üzerine kurulu hayatlarımızda
sebep arayacaksak yaşamak için sıralayamam hiç birini.
ahmaklık ve hadsizliktir.
ölüme empati kurulamadığındandır hayatı 'hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamız. 
ve tam tersi insan soluksuzluğu sadece suyun veya sevgilinin soluğundayken hisseder.

bak;

çay içmek de ölmektir,
uyanmadan önce kahvaltı hazırlamak,
şarkı söylemek,
ağlamak,
bir şarkıda hatırlamak,
sarılmak,
özlemek,
bakışmak,
kadeh tokuşturmak,
el ele tutuşmak,
uzun uzun susmak,
'seni seviyorum' cümlesini duymak,
güneşin batışını izlemek,
kumsala uzanıp yıldız seçmek,
bir an için orada yaşamak,
rüyada görmek,
beraber sigara içmek,
yemek yiyip,
korkudan ölene kadar film izlemek..

ölmek o kadar kolay ki aslında.
bunların hepsi birer sebep.
yanında olmadan bile her gün biraz ölüyorsam,
bana yanını değil,
bana seni ver.
nefes ver,
kokunu,
dostluğunu ver.
bana soluksuzluğumu ver. ver ki; empati kurayım.
ölümü haksız çıkarayım.
utandırayım.

verecek misin?

lades!

şimdi seve seve yaşayalım birbirimizi.
kaybettin(!)

27 Ağustos 2013 Salı

çaya da beklersin

öyle işte.
geliyorlar arada.
nemenem bi'şeyse gitmiyorlar da.
öylece geliyor ve oturuyorlar.
hasta ziyaretinin kısası makbuldür oysa ki.
ne halden anlıyorlar
ne dertten.
he.. iyi gelmiyor da değil hani.
öldürelim hele. 
hakkını sonra yemeyiz. bilemedim.

alıştırdın elimi tut madem,
kim o?
biri gitti..
hoşçakalsın ne diyeyim.

aa.. biri daha gitti.
berhudar ol o halde. ama uzakta.

sen mi kaldın şimdi?
hala mı?
hala nasıl kalabiliyorsun?
ellerim ellerine istinaden ellerinde.
yani.
öyle işte. sen olmasan onlar da yalnız.
nasıl desem, yitirdim onları.
yoklar yani.
konuşmuyorlar.
tâkatleri yok. hiç yok.

gidecek misin?
bi'şey söyleseydin.
öyle mi?
ne diyeyim git madem. 

gelmeden önce de felçtim, düzeleyim diye değil,
olur ya,
gülebilirim diyeydi belki.
..
hatta sen gitmeden ben gidiyorum.
bak duyuyo musun sesleri.
tekerlek sesleri.
sedye bu.
gördün mü?
hadi gittim ben.

çaya da beklersin.

6 Ağustos 2013 Salı

beş kala

beş kala yaşıyorum umudu,
kanayana kadar tırnaklarım,
kırılana kadar,
hatta ve hatta yırtıyorum gırtlağımı,
çekinmeden. 
öyle.

beş kala yaşıyorum umudun verdiklerini,
sana seni anlatıyorum, ben duyuyorum.
ben, beni, seninle sınıyorum.
dokunduklarınla,
kokunla,
hayatımın eksik yanlarıyla,

beş kala varıyorum hiç görmediğim istasyonların,
hiç görmediğim duraklarına.
ve hiç görmediğim banklarda,
yine hiç tanımadığım bir kızla oturuyorum yan yana.
öyle.
acemice sardığım tütünü uzatıyorum utana sıkıla,
maltepe parasını bilet parasına katıp tamamlamıştım.
babam anlamamıştır umarım tütünün eksikliğini.
ama o hiç utanmadan, sıkılmadan
öylece uzattı elini ve gerdirdi yüz kaslarını.
tebessüm etti öyle.
teşekkür etti.
'ben' etti.
beni benden etti.
iki demli, biri şekersiz çay tadındaydı havanın rengi,
içine çeksen olmaz, çekmesen hiç olmaz.
bir bakışla yıkılan karakterin
yine bir tebessümle yarattığı 'hayatı' da içindeydi havanın.
cabasıydı.

beş kala susuyordu bana,
uzatsa da elini susuyordu,
sarılsa da susuyor,
konuşsa da..
öyle.
tebessüm beş kala gelmese de,
suskunluk beş geçiyordu beni.
belirsizdik.

'bizli' cümleler kurabilecek kadar cüretkar,
yakın olamayacak kadar suskunduk.
tanrı oturdu içime,
yetilerimi yitirdim,
açtım kollarımı, sarıldım.
öyle.
sormadı, sormadı ki sarıldı.
sarıldım, sarıldım ki sormadım.
her şey gün yüzündeyken,
nasıl her şeyden bi haber,
her şeyden ziyade olabiliyorduk?
öyle. 
oluyorduk işte.

beş kala gelecek köy kokan otobüsüm,
beş kala bırakacaksın dumanı,
ve yine beş kala döneceksin arkanı,
gideceksin,
umursamadan,
susarak,
bir elvedayı esirgeyerek,
gelir miyim ki?
ne önemi var ki..
umut işte, olur ya lütfedip el sallarsın belki,
ya da rahatsız olma,
tebessümün bile yetiyorken,
konuşmana hacet yokken bile var olabiliyorken,
elveda deme,
git deme,
sarılalım yine.
konuşmayalım.
susalım.
yine iç sigaramdan.
ama git deme.
müsvedde olan hayatıma bir yeni satır ekleyip de
beni bensiz bırakma.

beş kalmasın artık.

öyle bir kalmasın ki hatta,
öyle işte.
öyle.


06.08.2013

3 Ağustos 2013 Cumartesi

bir sigara kadar

bir ahmet kaya şarkısıyım,
belki biraz sezen.

...
unutmanın zorunlu olduğu sokaklarda yaşayalım mesela,
hatırlamanın yasak,
özlemeyeni yadırgayan komşularımızın olduğu.
fesleğen kokulu sokaklar...
özgürlük nidalarıyla yürümeye çalışan sarhoşlar,
ellerinde aşkla evrene sevgi kusanlar,
kendi yarattığımız güneşe gülümsediğimiz,
yağmurun kokusunu içine çekebildiğimiz,
karbondioksitten yoksun havasında yorulalım yürümekten.
selam vermeyeni durdurup dertleşelim,
dağıtalım kasveti,
öpebilelim hayatın damar damar üstüne binmiş acılarını.
sarılmaktan kıralım birbirimizin kemiklerini,
sınıfların kalktığı bir sokak olsun.
kahve kokusuyla uyandığımız,
uyku sersemi birbirimize bakabildiğimiz bir sokak.
insanların dik durabildiği bir sokak.
paranın hüküm sürmediği,
nefsin yaralarıyla uğraşmadığımız,
kalbimizin göğüs kafesimizi parçalayıp
bir kuş gibi özgürce uçabileceği bir sokak.
çocuk sesleriyle dolu kaldırımlarda yerden yüksek oynayan,
tebeşir bulamadığında kiremit kırıp sek sek için çizgi çeken çocuklarla dolsun sokak.

ha bir de;

telkinlerle değil, tebessümle tavır alalım geçmişimize.
öyle bir sokak olsun ki bu;
ne tanrı'nın gazabıyla
ne de sınırlarla sınanalım.
utanmadan!

bir sigaranın iki ortağı olup
izmaritte son bulacak kadar olsun ömrümüz.
az değil.

22 Haziran 2013 Cumartesi

her İstanbul denildiğinde yerinden çıkar kalbim

istanbul puşt,
istanbul riyakar,
istanbul hayasız,
istanbul gri,
istanbul acımasız,
istanbul haksız,
istanbul tanrının insanoğluna musallat ettiği koca bir günah.
istanbul sensin,
istanbul benim.
istanbul yakışmıyor artık üzerimize,
istanbul ada olsa dokunmam bile kıyısına,
istanbul öl dese ölürdüm belki ama,
istanbul lanetli,
istanbul kahır dolu,
ve istanbul sadece birine adanacak bir şehir değil.
özür dilerim 'istanbul' sana söylememiştim.

31 Mayıs 2013 Cuma

Biri Gelir

Umudumuzu yitirmeye mahal veren midir Tanrı, yoksa onu körükleyip vicdanımızla yüzleşmemizi engelleyen mi?
Her soruda mantık arayan zatlar;
Aşk dediğimiz illeti tadamayanlardır.
Onlar nereden bilir ki; gecenin bir yarısı omurilik soğanından giren mızrağın soğukluğunun, tüm vücuda saniyenin 5te 1’inde yayılışını?
Bazı şeyler ancak yaşayarak öğrenilebilir.
Aşk ve ölüm gibi. Arasında Tanrı’nın yarattığı köprüden bile ince bir çizgi var çünkü.
Ya gözün kapalı geçersin o çizgiden, başın dik. Ya da ‘lades’ dersin dengeni yitirip düşmeden önce.
Aslında bugüne kadar hiçbir şey isteğimiz doğrultusunda cereyan etmedi.
Büyük bir fanus ve içinde insanlık belirtileri…
Sinirlendiğinde fanusu titreten, mutlu olduğunda da gülerek izleyen bir çocuk.
Belki de fikir bütünlüğündendir sarsıntılarımız, fiziğin ve mantığın serzenişleri.
Köşeleri olmamakla beraber, herhangi bir kesinliği de yok bu fanusun.
Mahal veren her kimse bu olanlara, hem ahlak yoksunu hem de aşktan zerre haberi olmayan bir zat, ışık, su, belki de hiçbiri.

Biri var.
Tüm hayatımızla, doğayla, dengeyle oynayan biri.
Evet bu birinin adı Tanrı.
Ve bu Tanrı senin veya bir başkasının değil. Benim.
Elbet günü geldiğinde öğrenecek, görecek, belki de istemeyeceksin Tanrı’nı. Reddeceksin.

Biri gelir.
Gözünü açar. Bağlar ve bağışıklık kazandırır kendine.
Sık sık sarılır, hissettirir varlığını.
Kimi zaman yokluğuyla tehdit eder seni.
Yalvarırsın, acizliğinden utanmaz, gurursuzluğu tadarsın. Kudretini gösterir bazı bazı.
Elinden tutar, mantığın olur. Elin, kolun, yetilerin olur.
Hayatın olur.
Farkında değilsindir. Elini eteğini çektiği zaman; ‘senin ona karşı takındığın tavırdan dolayı’ işte o zaman uyanırsın. Anarşizmdir bu, belki de bir uyanış, diriliştir.
Birey olduğunu hissedersin ve ‘özgürüm’ dersin.
Fakat onun eksikliği de hep hissedilir vaziyettedir.

Yaşamak mantıksal bir olgu değildir. Mantığın çözemediği ve içinde sindirildiği tek durum da budur. İnsan ‘ben neden yaşıyorum?’ diye sormaz. Cevabı bulsa bile yapması gereken tek şey nefes almaktır. Nefesin eksikliğini hissedecek bir duruma karşı empati de kuramaz.
Ondandır hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamız.

Velhasıl insan; gözünü kapadığında huzurlu, mutlu ve güvendeyse aşıktır.
Bu aşk madde de olabilir, madde üstü de.
Açıkça söylemek gerekirse; aşk dediğimiz şey;
Sevdiğini Tanrı yerine koymaktır.

Hadi şimdi baştan yaşayalım.

29.05.2013

00:38

16 Nisan 2013 Salı

Puşt İstanbul


Keşkelerden bitap düşmüş, harap olmuş bir mantığın, suç teşkil eden bi geçmişin sövülemeyecek kadar aciz oluşu, insanın içini nasıl acıtır bilir misin?
Bilirsin.. ama işine gelmez.
Bilemezsin.
Yaşamak için kalp ve akabinde karakter gerek. Gurursuzluğun içinde gurursuzluk, kaosun içinde bir tanrı aramak gibi bu.
Acınası. Biraz da trajikomik.

06:09

‘uyanmak için çok geç değil mi?’ diye soruyor şu an, rüzgarın tacizlerine maruz kalmış limon ağaçları ve hemen önümde duran fesleğenin burun kıran enfes kokusu…
Güneş henüz yüzünü göstermedi, namüsait sayılabilecek saatte, namahrem sayılabilirdim ben de belki.
Haksız sayılmaz.
İstanbul bu günlerde 5 yaşındaki bi çocuktan farksız. Bi gün ateşle oynuyor, ertesi gün kusana kadar ağlıyor. Doğurduğu gecelerden çok, batıramadığı gündüzlerle meşhur şu sıralar.
İyi sükse yaptı bu orospuluğuyla.
Sanıyor ki; geçmişinden ziyade kendisi. Tabiî ki de ziyade.
Yoksa bu kadar aşkı içinde barındırabilecek yüreği nerden bulabilirdi? Her halde puştluğundan.
Evet, puşt İstanbul.
Ulan o kadar kahpe aşka kucak açtın da, bi ‘biz’ mi çok geldik sana?
Ayıp İstanbul,
Ziyan İstanbul.
Yapma.

Adil de değilsin, katlanılabilir de.
Terk etmekle tehdit etsem, umruna bi kağıt kesiği kadar zarar verebilir miyim İstanbul?
Vermeyeyim.
Söverim ben de. Hem de hakkını vere vere. Sonuna kadar.
Kazırım dibini alçakça, 5 yaşındaki bi çocuk gibi, sinsi sinsi gülerim, haz dolar içim, tatmin olurum bi anlığına. Kim bilir belki ömürlük olur nefretim.
Her aklıma gelişinde küfür eder, üzerine bi sigara daha yakarım.

Aklıma geldin.
Evet bi sigara daha..

Hadi şimdi siktir git buradan.


7 Mart 2013 Perşembe

Öylece Gitti Kitapsız, Yolunu Sikeyim





Sonbaharın demi henüz çökmüş, tava geliyordu huzuru.  Çocukken evde kuzenimle oynadığım saklambaç sırasında burnuma vuran fesleğen kokusu, şimdi tütüyordu, hatta kırıyordu burnumun direğini.

Sızım sızım sızlıyordu. Aslında biraz da utanıyorum çocukluğumdan. Biraz daha garip bir his. Sanki dönmek istemiyorum geçmişime. O koku hasta ettiyse demek ki…


Kasvet çöktü yine; hatıralarım sardı dört bir yanımı. Zımbalandım yatağa. İzin de vermiyor soyka kurtulayım da çakayım iki tane ağzına.

Kapatıyorum gözlerimi. Risk alıyorum inadına.

Yeni hatıralar edinip, ilerde hayıflanacağımı bile bile. Ladese.

Neyse ki rahat bıraktılar, yepyeni bir rüyanın içinde, sanki son sigarammış gibi hiç bitmesin istiyor, uygun zamanı kolluyormuşum gibi. Kolluyordum.

Rüya mı, gerçek mi acaba bu gördüklerim? İtiraf ediyorum, kendimi tokatlayıp denemek de istemedim açıkçası. Niye yapsaydım ki? İnsan hiç kendi mutluluğunu kıskanır mı?

Uyanmadım belli bir vakit. Rüyanın içinde salınıp durdum.

Bitmesin diye sımsıkı kapadım gözlerimi. Olağanüstü hal ilan edilen mezradaki esnaf kepenkleri gibi. Öylesine sert ve aksi teklif edilemeyecek.

Bulutların üzerinde olan hangimizdi şu an? Yoo yoo, hayır, bu bir rüya değil. Gerçek bunlar.

Her şey, şu an elini tutmam, gözlerinin içine bakarken kaybolup yeni bir rüyaya dalmam, yüz kaslarının gerilip tebessüm yaratması, sarılırken ölmem… Hayır rüya değil ki; karşımdasın. 

Dur ulan, son sigaramı yakayım bakalım. Şimdi anlarız gerçek olup olmadığını.

Az şekerli türk kahvesinin yanında içtiğim gibi, akşam yemeğinden sonra ateşlediğim gibi haz veriyor.

İlginç. Gerçek sanırım. Rüya değil.


Evet gerçek.

Hatta o kadar gerçek ki; giderken yüzüme bakıp teşekkür etmen gibi. ‘İyi ki;’ diye başlayan doğru saydıkların gibi.

Şimdi benden uyanmamı bekliyorsun.

Hem de hiçbir kuvvet kullanmadan, dürtmeden, bağırmadan.

Kasvet bastırdı yine olağan gücüyle, bileklerimden bastırıyor yine yatağa, kabus bu. Bu rüya değil.

Ne bir melek var ortada, ne de bir huzur.

Sanki ölümmüş gibi. Simyahmış gibi. 'Yazık' gibi...


Sıçradım tüm hücrelerimle hafif gıcırdayan yatağımdan, yanı başımdaki suyu içtim bir nefeste.

Ellerimi dizlerimde birleştirip düşünmeye başladım.

Olsun ulan, olsun amına koyayım. 


Al. Uyandım şimdi.


Ben uyandığımda o ne yanı başımdaydı, ne de odamın boyadan yoksun tavanında.

Köşedeki kartonpiyerin hafif çatlağı gülümsüyordu sanki.

'Gitti' diyordu.

 Evet, gitti.


Öylece gitti kitapsız, yolunu sikeyim.