20 Aralık 2012 Perşembe

Nasılsın?

 (Dün biraz daha feri gitmişti gözlerimin. Uykusuzluktan, yazmaktan, ölmekten. Çok değiştim sanki. Aslında giden sadece gözlerimin feri değil. Biraz sen gittin, biraz da ben 'benliğimden' gittim galiba.
Özlüyor insan, ama 'muhtacım' diyemiyor malesef. Gittin çünkü.
Sen gittikten sonra 1 kaşık demliyorum çayı, pek içmiyorum. Bilirsin, kansızlık yapıyor. Umrumda değil ya.. Neyse.
Tam keyif almaya başlamışken elimden alıp nefeslediğin sigaralar geliyor aklıma arada, şimdi günde 2 paket içiyorum. Birini sana ayırıyorum, belki bigün dönerde telafi edersin yarım bırakamadıklarımı, nefeslersin yine.
Avuçlarıma alıp saatlerce baktığım yüzünü unutmaya çalışıyorum, unutuyorumda. Ta ki sen gittikten sonra yüzünü kuruladığın havluyu görene kadar, tüm kıvrımlarına kadar bakıyorum her sabah. Aslında sana sarılıyorum her sabah. Velhasılı.. Unutamıyorum.
Sen gittikten sonra yağan yağmura minnet eder oldum, sanki daha anlamlı yağacakmış gibi, hiç durmayacakmış gibi. Biraz daha ıslatsın, biraz daha aşk yağdırsın diye el açtığımda oldu. Ama yok. Yine durdu, yine sustu.
Masaya bir tabak fazladan koyuyorum her akşam, hiç huyun değildir ama olurda çatkapı gelirsin diye işte.
Ayda bir belki alıyorum gitarı elime. Sevdiğin şarkıları çalıyor, söylüyorum. Arada detone olduğum da oluyor. Ama olsun o kadar. Düğümlenmeyecekse boğazım ne anlamı varki zaten? Değil mi?
Bir başına içilmiyor bu Türk kahveside. Nasıl bir meretse muhabbet istiyor, iki lafın belini kırmak istiyor. Beni yalnız içme diyor, gözümün içine baka baka. Az şekerli Türk kahvesi. Belki içiyorum artık onuda. Annem çok ısrar ederse o da.
Artık vişne reçeli de yemiyorum mesela, bakkala gittiğimde gözüme çarpıyor, elim uzanıyor ama ‘Yok’ diyorum. Alışmaya çalışıyorum.     
Körüklüye binip, hızlı adımlarla ortasına geçiyorum hemen. Duruyorum öylece. Kimse olmasa bile orada duruyorum işte.
Deniz kenarına iniyorum, ilk fotoğrafımızı çektiğimiz yere. Sonra o fotoğrafa bakıyorum. E haliyle hüzünleniyor insan..
Daha bi’çok şey var aslında, lakin ne zamanım yeter bunu söylemeye, ne de halin kalır dinlemeye. Boşver diyelim.)+İyiyim, eksik olma.

06:12 20.12.12

10 Kasım 2012 Cumartesi

İstanbul'um Ol



Galata’dan bakarken semaya
Uçur birden, ödüm kopsun.
Balık ekmek yerken, boğazıma
Düğümle Haliç’in kokusunu,
Boğaz gibi bağla beni yüreğine.
Çok sular aksın altından.
N’olur ki?
Sultanahmet ol! Tapayım karşılıksız.
Yık tüm tabularımı!
Ah et İstanbul’un saygısız yollarına.
Dize gelsin bulutlar.
Kız kulesi ol mesela,
Yanıp tutuşayım sana varmak için.
Simit at mesela,
Çaresizce uçayım peşinden.
İstiklal ol! Seyreyleyeyim
Tüm insanlar gibi seni.
Son durağım
Yani;
İstanbul’um ol!

19.12.2011
14.52 

9 Kasım 2012 Cuma

Ah be İstanbul



Ah be istanbul,
O kadar güzel bir kokun var ki;
İçime çektiğim dumanı bile
Yıkıyor, eziyor, söndürüyorsun oracıkta.
Bağladığın tüm aşıklar gibiyim bende,
Sitemkar, huysuz, acınacak halde.
Biraz da arabeskim.
Dedemden kalma kösteklim var cebimde,
Ama iç cebimde.
Kıymetlim o benim!
Sana karşı koyamaz o İstanbul! İzin veremem buna!


Sarhoşum İstanbul.
İstem dışı sinir uçlarım,
Nereye salınsa ellerim,
Bir tarihe, başka bir aşka çarpmakta.
Elimi tutmamakta 'Hayatım'
Ne yapsın ayyaşlığım
Ben kendimden ziyadeyim
Nereye tutunsun suretim?
Ah be istanbul,
O kadar taze ki yüreğimin kavruluşu
Ne Galata anlar ne de Sultanahmet..
Ne uçup gidebilirim bu dertten,
Ne de afaroz edilebilirim senden.
Siyah beyaz fotoğrafların o kadar güzel ki İstanbul,
Makyajsız halin gibi tıpkı,
Saf ve uykudan yeni uyanmış.
Çok aşığım İstanbul.
Beyhudeyim.


Ben sana tutunacağım İstanbul.
Sana koşacağım.
Ve hiç istemesen de sende yok olacağım.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Dokunmak mıdır Özlem?


Uzaklara susuyor özlemlerim. Özlemekten çekindiklerim.
Yaralarıma üfleyen, deva olan harflerin..
Dokunmak mıdır özlem?
Öyleyse dokunuyorum şimdi sana, ruhuna, canına, gözlerine, kalbine.
Şimdi susmamı ister misin ey sevgili?
Susamamı ister misin sana?
Kanar mısın, sözlerim göz bebeklerindeyken isyanıma,
Dokunabilir misin hayatıma, hayatınla?
Ezan gibi yayılabilir misin hücrelerime,
Aforoz edebilir misin, benliğinden söküp seni?
Acizliğinden kırılabilir mi doğruların,
Yıkılır mı önyargı başlamış tabuların?
Karanlığa gömebilir misin yırtık aydınlıklarını,
Saklayabilir misin kendini kendine?
Taviz verdiğinde kaçırmaktan kaçınır mısın gözlerini?
İmla hatalarımla geldim sana,
Hayatımla,
Yanlışlarımla,
Karanlığımla,
Uzaklığımla,
Anlatamadığım ‘Yakınlığımla’

Şimdi dokunabilir miyim gözlerine, harflerimle, kelimelerimle?
İzin ver de şimdilik bir sigarayla taçlandırayım şu anı..
Teşekkür ederim 'yakınlığım'..


27 Eylül 2012 Perşembe

Sen, Sana Yakışanı Yap

Hadi öksür beni.
Beni terle,
Beni yak son sigaranda.
Zincirle klişelerini tüm muammalarıma.
Saygı duy esen rüzgara ve sonra
Sana yakışanı yap,
Söv arkasından.
Korkularımla başa çık.
Alt et olağan gücünle kasvetimi.
Ama sen,
Sana yakışanı yap.
Dökme kanını, seyreyle olanı.
Başa sar beni.
İlk cümlemi duy ve kır at namelerimi.
Anla beni.
Dibine vur çığlıklarımın,
Boğul orada.

Ve 

Sen, sana yakışanı yap. Siktir olup git hayatımdan.

16 Eylül 2012 Pazar

Nasıl Sevilir Ki Rüzgar?


Getirdikleri belli değil ki, götürüsü belli olsun?!
Belki  ihaneti getiriyor kucağında,
Belki de sadakatin dibinden gelen sulhu.
...
Belki sadakatin dibine götürecek beni, aşk harbinin ortasına,
Belki de ihanetin kucağına verecek kokumu, hunharca katledilen ruhumla..

İhtimallere mahal vermiyor yüreğim.
Gitmek varsa işin içinde.
Eksik kalsın sadakati de.

Pek nadirdir hoşlantım rüzgara.
Yağmurla kol kola geldiğinde o da!

Çünkü yüzüme vurmakta gerçeğiyle, sadakatiyle. 

13 Eylül 2012 Perşembe

Bir Kadın



Bir kadın,
Susatabilir,
Koşturabilir,
Aşık olabilir,
Gecelerini maviye boyayabilir,
Kör edebilir,
Karakterini zedeleyebilir,
Söndürebilir bile.
Saygı duyabilir,
Geçmişini sıyırabilir,
Çocuk olabilir,
Yara olabilir,
Merhem olabilir,
Sigara olabilir mesela,
Külü olabilir birde.
Dumanı olabilir,
Son kadehin olabilir.
Çığlık olabilir,
Türkü olabilir,
En acısından okkalı bir kahve olabilir.
Katil olabilir,
Kanın olabilir,
Tanrın olabilir,
Karanlık olabilir,
Lâl kesilebilir.
En nihai sonuç
Bir kadın,
Öldürebilir.

Ve bir kadın, severse şayet,
Bir kibritle, İstanbul’u bile yakabilir.

11/09/2012
00:40

26 Temmuz 2012 Perşembe

Biraz Rüzgar ? - Son


Karanlık. Fazla karanlık.
Bir ışık kırıntısı bile yok.
Kendime geldiğimde kafamın içinde kıyılan canların çığlıkları, dışarıda ise göremediğim maktullerin, zaman kaymasından yararlandığım suretleri.
Ne kadar da masumlar. Ne kadar da suskunlar böyle!? Sanki ölümü, karanlığı bekliyorlar gibi.
Göz kapaklarım o kadar ağır ki, elmacık kemiğime sığınan rüzgar bile fayda etmiyor kıpırdamasına.
Ya âmâ oldum ya da çok yorgunum bu kez.
Sessizleşti birden etrafım. O kadar sessiz ki, yıllarca öteden seslense biri duyabilir ve buna inanabilirim.
Yattığım yerden doğrulmaya çalıştım lakin eklem yerlerim izin vermedi bunu yapmama. İlk önce boynumu oynattım yavaşça, ardından kollarımı, belimi ve bacaklarımı.
Derim gerilmiş, bedenim yanık içinde, ve burnumda çiğ et kokusu. Tıpkı anlatılan hikayeler gibi. Kabus gibi.
Fazla yanmıştım cehennem ateşinde sanırım.
Tabii ki! Gözlerim erimiş, parmak uçlarım, kulaklarım, burnum çürümüş, üzerine kafa tasımın elastik oluşuna şaşmamalıyım.
Affedilmek midir bu? Nedir? Sonun başlangıcı mı yoksa?

Kulaklarım o kadar keskindi ki; attığım her adımın altındaki toprak partiküllerin ayrılış sesini rahatça duyabiliyordum. Koşamıyordum. Zaten nereye koşacaktım ki?  Sadece adımlarımı hızlandırmam gerektiğini düşündüm. Hızlandırdım. Lakin ben ve yeryüzünün parçalanışından başka bir ses yoktu ortalıkta. Hatta kilometrelerce ötede bile bir ses olmadığına yemin edebilirim.
Yapmam gereken yürümek veya inanmak için bir kanıt aramak değil. Ses duymak değil.
Yapmam gereken düşünmek.
Düşünüyorum.
Zaman kavramını yitirmiştim çoktan. Boyutun önemi de yoktu. Sadece düşünmem gerekti!

Büyük bir uğultu duyuyorum. Bu! Bu bir nefes!
Kapakçıkları göz çukuruna kadar yırtılmış burnumdan içeri çekiyorum bu nefesi. Ve izin veriyorum tüm organlarıma dokunmasına. Tuttum içimde. Bırakmadım.
Ve neredeyse tüm alemi kaplayan bir ses iç kulağıma doğru ilerliyordu.
Hangi dilde konuşuyorsun?’ ‘Kimsin sen?’
Benim hangi dilde konuştuğum önemli değil. Senin ne anladığın önemli dedi, ses.
Ben ‘ses’ diyorum. Sen ‘Tanrı’ de.
Ben sen’im. Dedi ve uzaklaştı ses.
O uzaklaşırken küfürler ediyor, sitemde bulunuyordum sürekli.
Çok geçmeden içimde tuttuğum nefesi geri almaya gelecekti ki, bu uzun sürmedi ve Ses,tüm hiddetiyle girdi hırıltılı soluğum arasından içime.

Ve şimdi düşünemiyordum işte. Sadece hareket edebiliyor ve bedenimin düşünemeden ne kadar aciz olduşunu, çırpınışını ve ölümün ne kadar aşağılayıcı bir eylem olduğunu görüyordum. Eriyordum.

Ses, Ne hissediyorsun?  Diye sordu. ‘Ciğerlerimin büyüdüğünü, gözlerimin ışık yakalayabilecek yetiye kavuşacağını, çenemin yerine oturuşunu ve 20lik dişimin artık ağrı yapmadığını’ diye yanıtladım.
Başka? Diye devam etti Ses. O sordukça bedenimi yeniliyor, eskisinden daha da iyi oluyordum.
‘Açılan kafatasımın üzeri kapanıyor,gözlerim görüyor, derim nemleniyor, parmak uçlarımda tırnaklarım çıkıyor ve kemiklerim kaynıyordu.’

Ve ses yine büyük bir hiddetle çıktı içimden, bademciklerime dokunarak.

Gözlerimi açtığımda, yukarıda ucu bucağı olmayan bir beyazlık, uçuşan küller, kaynar bir yağmur ve ayaklarımın altında kaynayan bir yeryüzü görüyordum.

‘Nedir bunun anlamı? Neden iyileştirdin beni? Nesin sen?!’

Ben sen’im ve sen ben olamayacak kadar acizsin.
Halbuki o kadar çok sureti barındırdım ki nefesimde, sen benim verdiğim nefesi bırakamayacak kadar aç ve korkaksın. Güvensiz ve inançsızsın.
 Vücudundaki yanıkların bir önemi var mıydı sence? Senelerdir yanıyor, acı çekiyorsun. Değil mi? Peki neden artık buradasın? Neden bittiğini düşünüyorsun?
Çünkü sadece bedeninle hareket ettin.
Çünkü mantığını kullanamadın.
Ve benimse zarar veremediğim tek yetin, düşüncendi.
Yıllardır düşünüyorsun.
Takdir ediyorum şimdi seni. Ve özgür kılıyorum. Artık sadece bedenini kullanmayacak, aksine beyninin yanmayışına dua edeceksin.
Büyük bir çocuk olduğunu unutma. Sen çürümediysen hala, yaşlı olmak için daha çok küçük oluşundandır.
Unutma, düşünürsen ya iflas eder mantığın ya da lâl kesilir doğruların.

‘Peki sen?’

Ben buralarda olacağım. Sürekli etrafındayım. Fakat beni hissetmemeni öneririm. Mantığın bitişinde varım ben. Eğer bir gün sönerse ışığın, uçurumda bekliyor olacağım seni.
 ...

Gözlerimi açtığımda yatağımda ters dönmüş, kan ter içindeydim. Ve hafif hoşnut kaldığım kabustan uyanmanın verdiği haz hiçbir şeye değişilemezdi. Işıkları açtım ve not ettim bir kağıda tüm duyduklarımı, gördüklerimi.
Bir bardak soğuk içip, o Ses'e kocaman bir eyvallah diyebilirdim sadece.
Ve ardından ışıkları kapatarak başladım düşünmeye, kendime gelmeye.



18 Temmuz 2012 Çarşamba

Biraz Rüzgar ? - 2


18.07.2012 03:12
Biraz Rüzgar ? - 2
İsteğim yerine getirildi sanırım. Muallakta kaldığım için tam bir teşekkür sunamayacağım sana Doğa ana. Lakin bu çaban için, kollarımı dünyalar kadar açıp, kocaman sarılabilirim.
Mutluyumdur umarım. Umar mıyım? Ummalıyım.

Kuş tüyü yastığıma başımı koymamla başladı her şey. Biraz terlemiş olan şakaklarım ve biraz yorgun kollarım.
Kabus görmemem için hiçbir sebep yoktu.
Göz kapaklarım kasvete yenik düşüp, kayışı kopmak üzere olan saatimin tik taklarıyla, yığıldı kocaman olmuş göz bebeklerimin önüne.
Ya cehennemdeyim ya da tam dibinde.
Sıtmavari titremelerim cehennemin unutulan deniz kıyılarında olduğumu düşündürüyor ruhumun iliklerine. O kadar sıcak ki, üşümekten dem vurabiliyor, bağırabiliyor, kin güdebiliyorum bu tezatlık silsilesine. Hissiyatsızlığın tam da dibine vurdum. Üzerimdekileri çıkarıyor ve koy veriyorum ruhumu hemen oracığa. ‘Üşümüyorum! Ama sıcak da değil nedir ki bu?’ Sadece bunu düşünebiliyor, bunun sayesinde adım atabiliyordum gördüğüm cesetlerin, çığlıkların üzerine. ‘Peki neden yapıyordum böyle bir şeyi? Neden her şeyi çiğneyip yürümekti amacım? Nereye varacaktım ki? Hem hiçbir şey hissetmeyip hem de bu çaresizliğin gayesi ne?’
Ya surların ardına düştüm ya da içindeyim ‘yıkılmaz’ dediğim kalenin.
Öyle bir ok geliyor ki şu an üzerime, yedi cihan öteden fırlıyor, yırtıyor sessizliği. Önüne kattığı her şeyi es geçip tek bir hedefe kilitleniyor. Es geçtiği o kadar yanlış bedenler vardı ki, belki utanacaktı ucu paslı, meşeden oyma ok. Nişan alındığı her neyse, belki de çoktan gitmişti arafın dibine.
Kılıcımı kaldırmalıyım sanırım. Cevap vermeliyim. Lakin bu saldırıyı iki biçimde savurabilirim. Ya kılıcımı fırlatacaktım tüm gücümle oka doğru, ya da indirecektim kalkanımı ve dizlerimin üzerine çökecektim oracıkta.
 Ya kaçan olacaktım ölümden, ya da ölmeye çalışacaktım surun dışına çıkmak için.
Düşünmüyorum artık kanı, öfkeyi, şiddeti ve eğilimlerini. İndirdim kalkanımı ve geri kaçtım oktan.
O ok, sol göğsüme bir karış boyunda açık bir yara bırakırken, saplandığı bir avuç toprak yerle bir etmeyi başardı kaleyi.
Doğaana o muhteşem savaşında, yine galip gelmişti.
Ve bense ayrılan kıtalar arasında, en dipte, cehennemin unutulmuş denizinde, artık hissiyatsızlığımla kelam ediyorum.
Ya son olacaktı bu, ya da başlangıcın ta kendisiydi.

03:55 18.07.2012

12 Temmuz 2012 Perşembe

Biraz Rüzgar?


Kuş tüyü yastığıma başımı koymamla başladı her şey. Rahat bir yatak ve rahat bir vicdan.
Güzel bir rüya görmemem için hiçbir sebep yoktu.
Göz kapaklarım ağırlaştı, ellerim ve ayaklarım hareket etmeye başladı istemsiz. Başım gömüldükçe yastığa, daha sıkı sarılıyordum yorgana. O kadar açtım ki güzel bir rüya görmeye belki bir daha böyle fırsat geçmeyecek, böyle huşu içinde kıvrılamayacaktım gergin çarşafımın üzerinde.
Beyazdı her yer. Bembeyaz.
Ya kefene girmiştim ya da gerçek olamayacak güzel bir hissin içinde salınıyordum!
Kar yağmış, ama kısa kollu bir tişört vardı üzerimde ve altında 4-5 beden büyük bir pantolon. O kadar çıplaktım ki bu hissin içinde, üşümek acizlikti benim için.
Ya gasilhanedeyim ya  da evimin peyzajdan yoksun bahçesinde.
Öylece bakıyordum etrafıma, güneş ihtişamını esirgemiyordu yine. Bakamıyordum kendisine. Onu biliyor fakat göremiyordum. Belki bu da bir acizliktir. Lapa lapa yağıyor kar. Güneşe inat yağıyor.
Saçlarıma, kirpiklerime ve burnuma dokunuyor. ‘İçine çek beni’ diyor. İdrak etmemem için bir sebep yoktu. İçime çektim. Ciğerlerim, göz bebeklerim ve burun kapakçıklarım büyüdü birden.
Ne böyle bir koku, ne de buna benzer bir şey tatmıştım ömrümde! Ömrümde? –Evet ömrümde!
Bunca ışığın arasında nasıl olur da büyür göz bebeklerim?
Bunca yıl içilen sigaraların yarattığı tahribata rağmen nasıl olur da büyür ciğerlerim?
Bunca tadın içinde nasıl olur da tatmış olabilirim isteklerimin bütününü?
Kar tanesi. Unutmayacağım seni.
‘Unutmak’ kelimesi döküldüğü an dilimden, gök küfür etmeye, tükürmeye başladı birden. Yağmur iliklerimden daha öteye, ruhuma işliyordu adeta.’ Kaçmalıyım’ dedim. Öngördüm olacakları.
Sonra ‘doluya tutulmaktan iyidir’ diye düşündüm. Çok yüzeysel bakıyordum o an olacaklara. Birkaç saniye sonra ar damarım küçülmeye, utancımdan yerin dibine girmeye başladım.
Ben utandıkça gök küfür ediyor, yağmuru mermi eyliyordu.
Ya bir cenderenin ortasındaydım ya da kahpe geçmişimin sillesini yiyordum.
Ellerimi açtım nihayetinde semaya. Ve af diledim yağmurdan. Yakındım biraz. Sonra taşkına sebep olup, sürüklemesini istedim beni.
Çünkü bu kadar anlamlı bir yağmuru beslememiştim hiç hücrelerimde. Ağlamaklı oldu yağmur. Sustu gerçekler. Dağıldı bulutlar. Açtı güneş ve eridi karlar. Su oldu. Kurudu yeryüzü.
Çölde miyim ben? Çok kurak. Fazla sıcak.
Hayır! Tatmin olamıyorum DoğaAna! Bana öyle bir cümle kur ki; yerle yeksan etsin ömrümü. Küfür etmekten öteye geçsin doğruların. Saygılı bir rüzgar estir. Öyle bir essin ki hissedemeyeyim dokunuşlarını, kokusunu. Duymayayım onu. Aksi takdirde ya unutacağım kar tanesini ya da öleceğim şuracıkta.
Toprak yok oldu ayağımın altından, güneş söndü ve karanlığın tam da dibindeydim artık.
Doğa Ana çok orospusun be! Nasıl öleceğim ki burada?
Düşündüm. Göz bebeklerim karanlıktan bıkmış, çatlayacaktı artık büyümekten. Göz kapaklarım ağırlaştı. Ellerim ve ayaklarım istemsiz hareket etmeye başladı. Düşünüyor ve ‘Görmeyeceğim’ diyordum içimden. Doğa ana’ya sezdirmeden.
Hafif korkuyla araladım gözlerimi. Bu sefer de içinde kaybolabileceğim dar koridorlar ve beyazlığın içindeydim. Göz bebeklerim bu kez de kaybolacak kadar küçüldüler. Göz kapaklarım ağırlaştı tekrar, ellerim ve ayaklarım istemsiz hareket etmeye başladılar.
Açmadım gözlerimi hala. Öyle bir rüyadayım ki şimdi;
Ya arafta hissediyorum kendimi ya da arafa giden kör bir aşık gibi.


27 Haziran 2012 Çarşamba

Toprak Kokusu

Yağmur;
Sevmesini o kadar iyi bilir ki,
Seçme şansı olmaz yeryüzünün.
Tutulur, ıslanır.
Yağmur,
O ıslandıkça, biraz daha ıslatır,
Biraz daha vurur tokadını bellenmemiş,
Gün görmemiş kıraç topraklara.
Taşkın olur,
Sel olur ardından.
Âmâ olur, piç olur.

Piç olur çünkü, sadece ıslandığı zaman güzeldir toprak.
Ve ıslatmayı, yağmayı bildiği zaman sever gökyüzü.

Kaldı ki yağmurdan başkası da sevemez toprağı.
Geri kalan her şey aldanış ve tekerrürden ibarettir.

Ya piç olur aşk ya da helal kısacası.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Karanlığın Sessizliğindeki 'Sen'

Sanma ki sessizliğe benzer
Karanlık..

Karanlık kör bir adamın varlığıdır.
Sessizlikse gölgesinden bihaber bir insan..

Denk düşer birbirlerine..
Ama eşit değildir renkleri.

En iyi sen görürsün ama kör bir adam 
En iyi anlayandır, işin ehlidir hatta..

Sessizliğe yaftalanmış karanlık sözcüğü
Kifayeti hayata atar aslında...

Adı sanı belli olmayan bir kaderin
Yorumsuz eseridir hayat..

Toprağın doğurduğu nimetlerin 
Amacıdır asıl olan kader..

Boyunsuz bir insanın kaderi
Ne kadar ince olabilir kıldan..

Hepsi saçmalık!

Gördüğün herşey "sen",
Senin olan herşey karanlıktır aslında...